31 Aralık 2012 Pazartesi

TAM ZAMANINDA YAŞAMAK


İyisiyle kötüsüyle, kavgasıyla dövüşüyle, aşkıyla nefretiyle, kahkahası gözyaşıyla, kırgınlıkları dostluklarıyla bir yıl daha geçti gitti. Bugüne sağsalim geldik mi geldik… Bu yılın sonunda da yine aynı cümle dilimizde “ne çabuk geçti”…

Şimdi yeni bir yıl, yeni maceralarıyla bekliyor hepimizi... 13 rakamı uğursuz derler; kim demişse yalan demiş diyorum ve kalemimi Can Yücel Usta’ya bırakıyorum…

Tam zamanında yaşamanız dileğiyle… Herkese mutlu seneler…


TAM ZAMANINDA YAŞAMAK

Yemek de boş, içmek de,
Hatta yeri gelmeden sevişmek de.

Tam zamanında öpmelisin mesela güzel gözlünü,
Tam zamanında söylemelisin sevdiğini
Gözlerinin içine baka baka.
Bisikletinin gidonunu
Tam zamanında çevirmelisin
Düşmemek için.
Tam zamanında frene basmalı,
Tam zamanında yola koyulmalısın.

Tam zamanında okşamalısın başını
O üzüm gözlü çocuğun
Hıçkırıklar tam dizilmişken boğazına,
Tam ağlamak üzereyken.
Tam zamanında koymalısın elini omzuna

En sevdiğin dostunun babası öldüğünde.
Tam zamanında tutmalısın düşerken
Üç yaşındaki sehpaya tutunan çocuk.
Tam zamanında acımalı yüreğin
Afyon’da Hasan Ağabey’in evi yıkılınca başına
Evsiz kalınca çoluk çocuk
Ki uzatasın elini bir parça.

Tam zamanında açmalısın kapını
Hayatına girmek isteyenlere.
Tam zamanında çıkarmalısın
Sevginden şımarmaya başlayanları.

Tam zamanında affetmelisin kardeşini
Biliyorsan yüreğinde kötülük olmadığını
Seni gecenin üçünde arayıp da
Kafasının iyi olduğunu söylediğinde.

Tam zamanında öğretmelisin oğluna
Gerekiyorsa yumruk atmayı
Tam burnunun üstüne
Tiksinmeden pisliğinden,
Yukarı mahallenin sümüklü bebesi
Misketlerini zorla almaya çalışırsa.

Tam zamanında bağırmalısın
Acıyınca bir yerin.
Tam zamanında gülmelisin
Kemal Sunal küfür edince filmin bir yerinde.

Tam zamanında yatmalısın
Yola çıkacaksan ertesi gün
Ve arabayı kullanan sensen
Sana emanetse çoluk çocuk
Ve kendin.
Tam zamanında bırakmalısın içmeyi
Son kadeh bozacaksa seni
Ve üzeceksen birilerini
Ertesi gün hatırlamayacaksan.
Tam zamanında ayrılmalısın misafirliklerden.

Tam zamanında konuşmalı
Tam zamanında şarkı söylemeli
Tam zamanında susmalısın.
Tam zamanında terk etmelisin gerekiyorsa
 Annenin babanın evini,

Tam zamanında başka bir şehre gidip
Ayaklarının üzerinde durmaya çalışmalısın.
Tam zamanında dönmelisin memleketine.
Tam zamanında için titremeli,
Tam zamanında aşık olmalı
Deli gibi sevmelisin güzel gözlünü.

Tam zamanında toplamalısın oltanı
Belki de seni şampiyon yapacak
En büyük balığı kaçırmadan.
Tam zamanında yaşlandığını hissetmeli
Tam zamanında ölmelisin

Iskalamak istemiyorsan hayatı.
Haydi şimdi kalk bakalım
Silkin şöyle bir
At üzerinden hayatın yorgunluğunu,
Vakit zannettiğinden daha az 
Haydi kalk bakalım,
Şimdi YAŞAMAK ZAMANI…

Can Yücel

10 Aralık 2012 Pazartesi

KENTER TİYATROSU’NDA “TOPLU HİKAYELER”


Hikayeler toplamı değil midir hayat? Anlatarak çoğalır, dinleyerek zenginleşiriz. Peki ya günün birinde hikayemizin çalındığını öğrenirsek? Bir kitabın sayfalarında göz göze gelirsek kendi hikayemizle… Biz istemeden, bize rağmen hikayemize el koyarsa dinleyen… Amerikalı oyun yazarı Donald Marguiles’in 1996 yılında kaleme aldığı Toplu Hikayeler adlı oyunu, Kadriye Kenter yönetmenliğinde ve Defne Halman, Balam Kenter çevirisiyle Türkiye’de ilk kez Kenter Tiyatrosu’nda hayat buluyor.

Toplu Hikayeler, ünlü oyun yazarı ve akademisyen Ruth Steiner ve hem öğrencisi, hem de asistanı olan Lisa Morrison’un öğrenci-öğretmen, arkadaşlık, meslekdaşlık düzleminde ilerleyen; kıskançlık, öfke, sevgi gibi duyguların gel-gitinde varolan ilişkilerini gözler önüne seriyor. Oyun, “sanat için herşey mübah mıdır?” sorusundan hareketle profesyonel olanla kişisel olan arasındaki ince çizgiyi, iki kadının dostlukları üzerinden ortaya koyuyor. Bu nedenle sadece sanatsal etiğe değil, gündelik hayat içerisinde hepimizin yaşayabileceği sorgulamalara da dikkat çekiyor. 

Tek perdeden oluşan iki kişilik oyun Ruth Steiner’ın evinde, hem çalışma odası hem de oturma odası olarak kullandığı tek bir mekanda geçiyor. Dekor, oyunun gerçekçiliğine hizmet edecek şekilde tasarlanmış ve oyunla bütünleşmiş.

Oyun hem iki kişilik olması hem de tek bir mekanda geçmesi nedeniyle oyuncu performansı üzerinde temelleniyor. Kadriye Kenter (Ruth Steiner) yine göz dolduran oyunculuğuyla tek başına oyunu alıp götürüyor. Defne Halman (Lisa Morrison), içi yazma heyecanıyla dolu genç yazar adayını oynarken, fazlasıyla çıtı pıtı olmaya çalışıyor; ki bu noktada doğallık sınırını biraz aşıyor ve seyirci için yorucu olabilecek bir performans sergiliyor.

Türk Tiyatrosu’na yeni oyunlar kazandırmak, daha önce çevrilmemiş ya da oynanmamış oyunlar sahneye koymak tiyatroların önemli misyonlarından biri olmalı. Bu noktada Kenter Tiyatrosu Türk seyircisini yeni bir oyunla tanıştırdığı için özel bir alkışı hak ediyor. Toplu Hikayeler’de Ruth, öğrencisi Lisa’nın öyküsünü eleştirirken şöyle der: “Hiçbir zaman gelişigüzel yazmamalıyız. Hayatta çok fazla gelişigüzel şey var. Bunun hikayelerimize de sızmasına izin vermemeliyiz. Hikayelerimizi değersizleştirmemeliyiz. Bu hepimizin sonu olur.” Kenter Tiyatrosu’nun Toplu Hikayeler’i kesinlikle gelişigüzel olmayan bir oyun. Çevirisi, rejisi, dekoru ve oyunculuğuyla emek verilmiş bir oyun seyretmek isteyenlere…

5 Aralık 2012 Çarşamba

ŞİRİN’CE BİR YER


Yıl 2010, bir kış günü, Şirince’yle tanıştım. Şirin mi şirin bir yer. Şaraplarıyla ünlü; karadutundan vişnesine çeşit çeşit meyve şarapları… Test etmek serbest; test ede ede sarhoş olmak kuvvetle muhtemel… Şarapları test ettik; beğendiklerimizi yüklendik ve ayrıldık Şirince’den. Aldığımız şaraplar nedeniyle Şirince etkisi birkaç ay daha devam etti evimizde ve ben, uzunca bir süre Şirince sayıkladım.

Kahvaltısı da ünlüymüş Şirince’nin; yazın gidip önce güzel bir kahvaltı yapmayı; sonra şaraplarından yudumlamayı planladım; ama ben planımı hayata geçirene kadar Şirince’nin hayatı değişti; ünü Türkiye sınırlarını aştı, dünyaya ulaştı. Rivayet şuydu; 21 Aralık’ta dünyaya çarpacak olan Marduk gezegeninin toslamayacağı iki yerden biri Şirince’ydi (diğeri Fransa’daki Bugarach Köyü). Bak sen şu dünyanın işine! Koskoca gezegen gelsin, dünyayı yok etsin, bizim Şirince’yi es geçsin. Söylentiye göre, Hz. İsa 21 Aralık gecesi Şirince’ye gelecek ve buradaki halkı kıyametten koruyacak. Aynı anda Fransa’nın Bugarach Köyü’ndeki Bugarach Dağı yarılacak ve içinden çıkan uzaylılar oradaki halkı kurtaracak. Şirince’de Hz. İsa, Bugarach’ta uzaylılar… Olmaz olmaz demeyelim. Nasrettin Hoca’nın dediği gibi; “ya tutarsa”…

“Ya tutarsa” diyenlerin sayesinde Şirince’de butik otel odalarının fiyatları almış başını gitmiş. “21 Aralık 2012 Kıyamet Günü” adlı şarap çoktan piyasaya sürülmüş. Bugarach halkı ise, turistler köylerine zarar verdiği ve huzurlarını bozduğu için durumdan şikayetçi; sağda solda meditasyon yapanlardan artık illallah ediyorlar. Kaldı 16 gün. 21 Aralık’ta dünyanın sonu gelir mi gelmez mi bilemem. Bana göre gelmez. Gelirse de enteresan olur tabii… Geldik, yaşadık, hadi eyvellah der, gideriz. Altı ay ömrünün kaldığını söyleseler ne yaparsın diye soranlara cevabım hep aynı olmuştur; “aynen yaşamaya devam ederim”. 21 Aralık’ta dünyanın sonu mu geliyormuş; buyursun gelsin, başımızın üstünde yeri var. Hem ne demiş atalarımız “el ile gelen düğün, bayram.”

27 Kasım 2012 Salı

ÇOCUKLARDA BUGÜN NE GİYSEM SENDROMU


Vatana millete cümleten hayırlı olsun; bugün itibariyle okul formaları tedavülden kaldırılmıştır. Anne ve babalar için kabus dolu günler başlıyor. “Ayşe’de şu marka etek gördüm anne ben de isterim.” “Burak’ın pantolonu falanca marka bana da bana da.” Mini mini bebeler “bugün ne giysem” derdine düşecekler. Kiminin havasından geçilmeyecek; kimisi ezim ezim ezilecek. Çocukların işi zor; anne babaların daha da zor. Derslerde yarış son hızıyla devam ederken; bir de kıyafet yarışı başlayacak iyi mi?

Ülkece her rengi boyamıştık, bir tek fıstiki yeşilimiz kalmıştı oh o da oldu rahatladık hep birlikte. Beş yaşında okula başlayan, abecede’den önce “imaj herşeydir” sloganıyla tanışan çocukların suçu günahı ne? Ve söylemedi demeyin tıp literatürüne yeni bir hastalığın girmesi yakındır; “Çocuklarda Bugün Ne Giysem Sendromu”. Şimdiden tüm anne ve babalara geçmiş olsun!

26 Kasım 2012 Pazartesi

DIT DIT DIT…


Kırmızı ışık yeşile döner dönmez arkadan dıt dıt dıtlayan, biraz yavaş gidince dıtını dıt dıt dıtlayan, dıt dıt dıtlamak için bahane arayıp bulamayınca yine dıt dıt dıtlayan yurdumun sevgili insanı, bu acelen niye! Nereye, ne yetiştiriyorsun? Sen o dıtı dıtlayınca n’oluyor? Gideceğin yer belli, yapacağın hız ortada; on dakika erken, on dakika geç… Git işin için, kariyerin için, aşkın için yarış; git oralarda dıtla… Şu trafikte gösterdiğin dıtlama azmini hayatında göstersen sırtın yere gelmez alimallah.

Trafikte dıtlamak demek; ben bencilim, kompleksliyim, hayatta başarısız ve tatminsizim demek be kardeşim. Şimdi sen öylesin diye bunu herkesin bilmesine gerek var mı? Kendini deşifre etme diye söylüyorum. Yoksa haşa buyur istediğin kadar dıtla.    

12 Kasım 2012 Pazartesi

YEMEYELİM İÇMEYELİM EV’LENELİM



Saygıdeğer insan, filozof, yaratıcı ruh Ali Ağaoğlu “Bu değil, bu hiç değil, bu da değil, ahanda bu!” diyerek yeşilimizi katıla katıla katlederken isyan ediyoruz; oysaki giden gitmiş kalan sağlar bizimdir. Boğazdan geçerken bir bakın etrafınıza, İstanbul yama gibi… Dünyanın en güzel kenti falan değil artık; kafamızı nereye çevirsek bina; sağımız plaza, solumuz alışveriş merkezi… Çocuklar haftasonları anne babalarına “beni alışveriş merkezine götür” diyor. Haklılar… Park yok, bahçe yok, haydi İKEA’ya… En büyük eğlenceleri alışveriş sepetinin içinde dolaşmak ve günün sonunda Burger King Çocuk Mönüsünü mideye indirmek.

Ve anne babalar… Onların en büyük hayali günün birinde ev sahibi olmak. “Biraz para biriktirelim, peşinatı verdik mi çekeriz krediyi mis gibi evimiz olur”. Bekle olur! Evi değerinin en az iki katına mal ederek ve hayatının 20 yılını kredi ödeyerek geçirirsen evin olur. Özel sektörde çalışıyorsan iş garantin yok; devlette çalışıyorsan gelirin belli; ama evin yoksa bir hiçsin sen, eziksin, bitmişsin, yazık sana… Yeme, içme, gezme, dolaşma, yaşama; yeter ki başını sokacak bir evin olsun. Ali Ağaoğlu yeşilimizi yok ediyor diye kızıyoruz kızmasına da, adamın evleri daha maket halindeyken yok satıyor. Kim alıyor bu evleri?

Cenazelerde hocaların “merhumun evi var mıydı?” diye sormasına az kaldı. Evi yoksa Allah kurtarmış deyip toprak atacağız üstüne.

Haydi anne babalar ev almaya… Çocuklar alışveriş merkezine eğlenmeye… Ali Ağaoğlu yeşilimizi katletmeye… Ömür kısa, yapacak çok işimiz var daha…

7 Kasım 2012 Çarşamba

HOŞ GELDİN KIŞ!!!


Kış bu kez birden bire değil; yavaş yavaş geldi… Salına salına… Süzüle süzüle… Ve kabul etmek istesek de istemesek de yaz, artık “geçen yaz” oldu… Önce yorganlar çıktı; sonra yazlık kıyafetler uzun bir tatile gönderildi. Botlar, kabanlar, kazaklar bizi sıcak tutmak için görev başında... Her mevsim geçişinde olduğu gibi yine aynı cümleler sarf edildi; “yaz çocuğuyum ama kışı severim”; “ay ben sonbaharda doğdum; soğuktan hiç mi hiç haz etmem”… İyisiyle kötüsüyle geçti gitti yaz; öyle ya da böyle hoş geldi kış!

Kış demek, çalışmak demek… Baharda kuşlar gibi değiliz artık; içimiz kıpır kıpır etmeyecek bir sonraki mevsime kadar… Oturup çalışacağız. Çalışmadan arta kalan zamanlarda da güneşsiz bir mevsimi güneş gibi parlatmak için planlar yapacağız. Evde film keyfi, patlamış mısırlar, mis kokan kurabiyeler, gelsin çaylar gitsin romanlar, ailecek yapılan uzun haftasonu kahvaltıları, pijamalar, pofuduk terlikler, kış sporları, kayak, karda trekking, mangalda sucuk, sıcak şarap, bol tarçınlı salep... Coşkuyla şöyle diyeceğiz, “kış da bir başka güzel be!”

Ve bir de onlar var…  Biz, içimizi ısıtan sıcak kış planları yaparken, ne yapsak da kışı donmadan geçirsek diyen evsiz barksızlar, çatısız çaresizler, yiyecek yemek, tutacak el bulamayanlar,… Hiç aklımıza gelmeyenler, görmediklerimiz; görünce korkup kafa çevirdiklerimiz, bilsek de bildiğimizi kabullenmek istemediklerimiz, empati yapmaya cesaret edemeyecek kadar korktuklarımız… Hayatın karanlık tarafı onlar bizim için. Bir düşünsek… Her zaman değil, çok değil, sık da değil; bir anlığına düşünsek… Düşünürken yutkunamasak, kalsak öyle, içimiz titrese, üşüsek, içtiğimiz çaydan utansak; bırakıversek bir köşeye… Bir anlığına düşünsek…

Kasım ayı geldi kaloriferler hala niye yanmadı diye söylenip duruyoruz; batttaniyenin altına girip ısınmak bile bizim için bu kadar eziyetken, o battaniyeyi bile bulamayanların olduğunu hiç mi hiç aklımıza getirmiyoruz. Ne de olsa bizim keyfimiz yerinde… Ne de olsa biz kışı  güneş gibi parlatabiliyoruz!

Bir an düşünsek…

17 Ekim 2012 Çarşamba

DİLEMMA




İnsan ömrü çekiştirile çekiştirile bayağı bir uzadı. Büyük büyük babalarımız 40’lı yaşlarda “hadi eyvellah” deyip terk-i diyar ederlerken; şimdilerde dalya diyemeyene “erken gitti” diye üzülüyoruz. İyi, güzel, hoş da uzun yaşayınca başımız göğe mi eriyor? 90 yaşına gelmişim, yüzüm dünya haritası gibi, ellerim tir tir titriyor, göz görmüyor, kalp, şeker, tansiyon gırla… Biraz şanslıysam Alzheimer’a yakalanmamışım… Bu tablo bile “yandım anammm” deyip kaçmaya yeter. Bunun makulu, makbulü nedir bilemem; karar mercii değilim tabii... İnsan evladına bıraksan ne versen alır; istemem demez. Doyumsuzuz biz; hep yapacağımız birşeyler, göreceğimiz günler var. Aman şunu da bir göreyim; onu da bir yapayım deriz; ama ucu bucağı yoktur yapıp göreceklerimizin; bitmez, bitemez.

İnsan ömrü uzadı uzamasına da bu sefer de yeni yaptırımlarıyla biniverdi tepemize. Şimdi de hem uzun hem sağlıklı yaşayalım diye kendimize yüklendikçe yükleniyoruz. İş yerinde yorgunluktan canımız çıkmışken sağlıklı kalalım diye koştur koştur spor salonlarına gidiyoruz. Sağlıklı beslenme bilinci edinip brokoli, karnabahar, pırasa, kereviz yiyoruz. Kozmetik reklamlarını pür dikkat seyredip, ağzımız, yüzümüz gergin kalsın diye çuval çuval para harcıyoruz. O da yetmezse, botoks, hadi o da yetmezse kalçamızdan yağ aldırıp yüzümüze enjekte ettiriyoruz. Ömrümüze ömür katılırken; genç de olalım istiyoruz. Ne yardan ne serden vazgeçiyoruz. İnim inim inleyerek gerim gerim geriliyoruz. Upuzun ömrümüzde kocamızla aynı yastıkta kocayalım diye beynimiz yerine oramızı buramızı dolduruyoruz… Ve yaşama güdüsü, yaşlanma korkusuyla el ele vermiş Freddy’nin Kabusu gibi üstümüze üstümüze gelirken, ellerimizi havaya kaldırıp çaresizce teslim oluyoruz.

Sağlıklı mıyız? Kesinlikle hayır.

KİTAPLARIMMM



Kitaplarıma olan saplantılı aşkımı bilen bilir. Yıllar yılı kütüphane memuru titizliğiyle onları gözüm gibi korudum. Ödünç vermek mi? Asla! Bilirim ki bu ülkede birine ödünç kitap vermek demek “o kitabı unut!” anlamına gelmektedir. Kitaplarım söz konusuysa bencilliğim tavan yapar. İsteyin; ben size gider en yenisinden, en taze kokanından alırım; benimkileri vermem. Huyum kurusun; ama böyle… Ve sakın korkmayın bibliyoman değilim.

Kitaplarıma bu kadar düşkünken, hayat koşulları nedeniyle onlarla yollarımın sık sık ayrı düşmesi ise tam bir ironi. Uzun süre yerleşik hayata geçemeyip bir o yana bir bu yana savrulunca benim kitaplar yıllar yılı baba evinde beni bekledi. Birkaç kuramsal kitap ve “Dünyanın En Güzel Arabistanı” (Turgut Uyar) yıllarca sadık yol arkadaşlarım oldu. Gittiğim yerlerden de hep yeni kitaplarla döndüm… Ve en nihayetinde üç sene önce kitaplarım bana kavuştu; ben de onlara… Önce en alasından yıllardır hayalini kurduğum kütüphaneyi yaptırdım onlara… Bir boydan bir boya… Bir uçtan bir uca… Misler gibi kokladım, sıra sıra dizdim. Romanlar, oyunlar, hikayeler, kuramsal çalışmalar… Gelin görün ki; bu beraberliğimiz de çok uzun sürmedi. Onlar bensiz, ben onlarsız kaldık mı yine böyle! Her gittiğim yere taşımam zor. Ara sıra ziyaretlerine gidiyorum; çok durmuyorum yanlarında, duygusala bağlamayayım diye şöyle bir bakıp çıkıyorum. Biliyorum ki güvendeler…. Ve biliyorum ki kavuşacağız yine… Vuslat ne zaman bilinmez; ama o ana kadar sabırla beklemeye devam.

12 Ekim 2012 Cuma

OLUMSUZ KONUŞAMAMA HALİ



Bir hafta boyunca insanlarla, hayatla, işle, trafikle, ülkeyle, şununla, bununla ilgili olumsuz hiçbir şey söylememeyi denediniz mi hiç? Deneyin bakın neler oluyor? Hadi siz denemeden ben söyleyeyim; dut yemiş bülbüle dönüyorsunuz. Tık yok. Karşınızdaki konuşuyor; ama lafının üstüne laf koyamıyorsunuz. Neden? Çünkü herkes olumsuz, herkes herşeyden dertli… “Amaaan ne şikayet ediyorsun ne güzel yaşayıp gidiyoruz işte!” desen, deliymişsin gibi bakıyorlar. Hiçbir sohbete dahil olamıyorsun ve bu kez de “bir derdin mi var?” sorusuyla karşılaşıyorsun ki, bir hafta boyunca hiç sektirmeden her gün bu soruya cevap vermek zorunda kaldım; “yoo bir derdim yok.” Karşı taraf size inanmayan gözlerle bakıyor ve muhtemelen içinden “kesin büyük bir sorunu var” diyor. Bir haftadır olumsuz konuşmayacağım diye yabanileştim. Kimseyle konuşamıyorum; lal oldum kaldım. Meğerse bütün sohbetlerimiz olumsuzluklar ve şikayetler üzerine kuruluymuş. Okuduğum bir kitaptan yola çıkarak yaşadığım bu deneyimi yine aynı kitaba göre içselleştirip tüm hayatım boyunca sürdürmem gerek; ki benim için biraz zor görünüyor; çünkü, şu hayattan biraz daha şikayetçi olmadan yaşarsam sanırım ortadan ikiye ayrılacağım.

10 Ekim 2012 Çarşamba

ÇOCUKLAR



Ne çok severim Halil Cibran’ın “Çocuklar” şiirini ve tüm anna-babaların bu şiiri kılavuz edinmesini isterim. Bırakalım çocuklarımız kendi hayat yollarını çizsin... Eteklerinden, pantolonlarından çekip “gitmeeee” diye ağlamayalım peşlerinden… Sevsinler bir kadını ya da erkeği… Aşkları için savaşsınlar… Bizden bağımsız yeni bir aile kurabilmeyi başarsınlar… Bizim için değil; kendileri için yaşasınlar… Ve bilsinler ki, istedikleri zaman biz hep yanlarındayız.

Çocuklar

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

Halil Cibran

1 Ekim 2012 Pazartesi

AN'I YAKALAMA MESELESİ


Hayat koşuşturmacası içinde kendimizi giderek yok ettiğimizi gören modern zaman tüccarları bunu fırsat bilip yeni moda kişisel gelişim kitaplarını anında piyasaya sürdüler. Hepsinde temel konu aynı; “an’ını yakala.” Kimisi buna Carpe Diem; kimisi Osho’dan hareketle “farkındalık” diyor. Yapacağın şey şu; ne geçmişe takılıp kalacaksın, ne de yarının için karalar bağlayacaksın; bugün’de, an’da, şimdi’de yaşayacaksın. Peki ne kadar mümkün bunu başarmak? Osho, kitaplarında şunun altını çizer; “asla vazgeçme ve an’ını yakalamayı kaçırdığında kendini suçlama; yeniden ve yeniden dene.” Ve ben de Osho’ya cevaben diyorum ki; “sıkıysa yakala”… Olmuyor çünkü; ya da daha doğrusu ben başaramıyorum. Ne zaman an’ın tadını çıkarayım desem, ya geçmişte yediğim kazıklara; ya da gelecek planlarıma takılıp çuvallıyorum. “Aman da kuşlar ne güzel de cik cik ötermiş; çiçekler de mis kokarmış” demek bir noktadan sonra bayıyor insanı ve o baygınlıkla yine sazı elime alıp takılıyorum geçmişle gelecek arasında kendi kafama göre… Hadi diyelim yakaladık an’ımızı; hayatın bedenimizde ve ruhumuzda açtığı ne kadar acı varsa hepsi “an” denilen yerde kapı gibi dikilmiyor mu karşımıza? Stresten başa giren ağrı, cayır cayır yanan mide, kaskatı kesilmiş bir boyun...  Her yakaladığın an’dan da iyi birşey çıkmıyor ki… Böyle durumlarda yakalasam da durmuyorum, duramıyorum… Ve diyorum ki! Ey modern çağın bir o yana bir bu yana savrulan, ne yapacağını bilemez hale gelmiş insanı; an’ını yakalamışsın, yakalamamışsın o kadar da dert değil… Boşveeeer!

25 Eylül 2012 Salı

SİHİRLİ DEĞNEK


Yaşama amacını kaybettiğin olur mu hiç? Herşey anlamsızlaşmıştır. Sabahları uyanmak, işe gitmek, çalışmak istemezsin… Bir kısırdöngünün içine girmiş öylece beklersin… Elin kolun bağlanmış; bağları çözmeğe gerek bile duymazsın. Durumuna bir ad koymaya çalışırsın. Depresyon? Tükenmişlik? Bıkkınlık? Hayat denizinde çektiğin küreklerin seni bir yere vardıramadığı hissi; Varamamışlık? Olamamışlık? Olduramamışlık? Bazen aylarca sürer bu kısırdöngü, hatta yıllarca… Sihirli bir değnek dokunsun ve hayatın değişsin diye öylece beklersin… Beklersin… Beklersin… Beklersin… Bekleme! Hep beklediğin o sihirli değnek aslında sensin… Yapman gereken tek şey kafanı gömdüğün yerden çıkartıp şöyle bir etrafına bakmak ve tüm gücünü  toplayıp hayatını oluşturan taşlardan birini yerinden oynatmak… Hayat bazen sarsılmaya, yerinden oynamaya ihtiyaç duyar; faylar kırılmadan zemin oturmaz.

Sihirli değnek olacak kadar cesursan hadi dokun hayatına!

13 Eylül 2012 Perşembe

ANNE Bİ GELLL!


Çoçukken ne zaman kabus görsem, yattığım yerden seslenirdim anneme “Anne bi gelll!”… Zamanla öğrendim kabuslarla baş etmeyi; lakin birşey hiç değişmedi… “Aşığım anne bi gelll!”, “Hastayım anne bi gelll!”, “Taşınıyorum anne bi gelll!”, “Canım sıkılıyor anne bi gelll!”, “Elbisem söküldü anne bi gelll!”, “Mutsuzum anne bi gelll!... “Mutluyum anne gelmesen de olur.”

Hiçbir karşılık beklemeden, başım her sıkıştığında, sıkıldığımda, bunaldığımda, yorulduğumda yanımda olan; kilometrelerce uzağımdayken 7/24 Çağrı Merkezi hizmeti veren özel insan, süper kadın… Sen hep yaşa, güzel yaşa emi…


Bu arada, sanırım yakında taşınıyorum anne bi gelll!!!

5 Eylül 2012 Çarşamba

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ ADI DOSTMUŞ


Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar “sen benim gerçek dostum, dosttan da öte kardeşimsin” diyen insanlar yaşarmış. Pek bir samimi, pek bir içten görünürmüş bu dostlar… Yenilenler içilenler ayrı gitmez; her baş sıkıştığında atlayıp anında yanında olunurmuş… Ailenin içine alınır; ailenin üyesi yapılırmış… “Beraber Yürüdük Biz Yollarda”yla başlanır “Biz Ayrılamayız”la bitermiş tüm şarkılar. Dost dostunun derdine derman olmaya çalışır; mutluluğuyla mutlu olurmuş… Gel zaman git zaman rüzgar dostlara farklı yönlerden esmeye başlamış. Dost diğer dostun hiçbir işine yaramaz olmuş. Eeee çıkarın olmadığı yerde dostluk olur muymuş! Maskeler düşmüş gerçek yüzler görünmüş… Bu arada Aristoteles diye bir düşünür çıkmış meydana  “Ey dostlarım dünyada dost yoktur!” deyivermiş. Herkesin ağzı açık kalmış. “Madem dostluk diye birşey yoktu, biz niye çırpınıp durduk” demiş insanlar. Vazgeçmişler dost edinmekten, dost bilmekten, dostluğa inanmaktan… Oldu olacak “dost” kavramını sözlükten de çıkartalım demişler… Ne lisanlarında ne de hayatlarında yeri olmuş dostluğun… Ve kafeste yalnız bir kuş gibi kendi içlerine kapanıp, yalnızlıklarıyla başbaşa yaşayıp gitmişler…

Her masal da mutlu bitemezmiş ya...

31 Ağustos 2012 Cuma

KADININ SOYADI KARMAŞASI

Türkiye’de okumuş kadınların evlenme yaşı malumunuzdur ki artık 20’leri çoktan geçti. Üniversiteydi, yüksek lisanstı, yurt dışıydı, kariyerdi, şuydu buydu derken kadın kendisiyle birlikte yol alabileceği biriyle hasbelkader karşılaşıp evlenene kadar yaşı 30’u buluyor da geçiyor bile… Ve yıllarca kendi soyadıyla tanınıp, hayata kendi imzasını atan kadın, önce baba kütüğünden koca kütüğüne transfer oluyor; sonra da ya soyadından vazgeçmek ya da soyadına bir kuyruk ekletmek zorunda kalıyor. Hem evlenmeden önceki soyadını hem de kocadan gelen soyadı bir arada kullanmak zor olsa gerek. Hele bir de soyadınız benimki gibi uzunsa vay ki vay halinize. Yaz yaz gitmez… Oku oku bitmez… Yıllar yılı kullandığınız soyadınızdan vazgeçmekse geçmişinizi yok sayıp sıfırdan hayata başlamak gibi… Diyelim ki akademisyensiniz ve yıllarca yazdınız, çizdiniz, eserler verdiniz ve bir gün evlenme kararı aldınız. Bu durumda ya soyadınızdan vazgeçeceksiniz ve kendinizi bir nevi imha edeceksiniz ya da soyadınızın yanına eşinizin soyadını ekleterek tren yolu çizeceksiniz. Bir de olayın tam tersine bakalım; genç yaşta evlendiniz ve direkt kocanızın soyadıyla hayat yoluna çıktınız. Kocanızın soyadıyla akademik çalışmalara imza attınız, eserler verdiniz ve gün geldi hiç bitmeyecekmiş gibi düşündüğünüz evliliğiniz pat diye bitiverdi ve yıllar önce bıraktığınız baba soyadına dönmek zorunda kaldınız. İşte böylesi bir durumda sizin yıllarca emek verdiğiniz çalışmalar artık ne yazık ki varolmayan bir isme ait oluveriyor. Boşanmalarda erkek izin verirse kadın eski kocasının soyadını kullanmaya devam edebiliyor. Erkek buna izin vermezse yapacak birşey yok. Kadın, isterse eski kocasının soyadıyla ünlü olsun yine de birşey değişmiyor (Bkz: Sümer Ezgü-Serap Ezgü örneği).

Tabii bir de kocanın soyadını kuyruksuz olarak almanın erkek tarafından “aşk göstergesi” olarak algılanması meselesi var; “aşkı o kadar büyük ki soyadından vazgeçti!” Kadına sadece kendi soyadını kullanabilme hakkının verilmesi konusunda erkekler tarafından öne sürülen “ileride çocuklarımız, anne senin soyadın niye farklı demezler mi?” gibi “süper mantıklı” gerekçelerse tam karikatürlük.

Türkiye’de kadının kendi soyadını kullanması konusundaki çalışmalar yıllardır gündemde; ama hala bir sonuç yok. Kendi soyadını kullanmak için dava açıp kazanan bir örnek var; karar “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) onaylayan devletlerin, cinsiyet de dahil olmak üzere, hiçbir ayrımcılık yapılmadan herkesin hak ve özgürlüklerden yararlanmasının sağlanmasını taahhüt ettiğine dikkat çekilerek” alınmış. Bu dava, açılacak diğer davalar için emsal oluşturabilir de oluşturmayabilir de. Adalet Bakanı yakın zamanda bir açıklama yaparak kadının kendi soyadını kullanması konusunu masaya yatırdıklarını söyledi. Bakalım masadan ne zaman kalkacak? Ve umalım, bir kadının sevgisini göstermenin yolunun soyadından vazgeçmek olmadığını düşünen medeni Türk erkekleri olsun.


13 Temmuz 2012 Cuma

ÇIRILÇIPLAKLAR


İşsizlik canınıza takettiğinde, umutsuzluk bataklığına tamamen gömülmüşken ve çalacak kapınız artık kalmamışken çırılçıplak soyunmayı göze alabilir misiniz? South Yorkshire’da yaşayan bir grup işsiz erkek… Yapabildikleri tek şey her gün İş Bulma Kurumu’na gidip akşamları elleri boş evlerinin yolunu tutmak… Parasızlık yüzünden çocuğunun velayetini kaybetmek üzere olan Gary (Gaz), karısının artık kendisini çekici bulmadığını düşünen David (Dave), intihar etmek üzereyken son anda kurtarılan Lomper, altı aydır işsiz olduğu halde karısına hiçbir şey belli etmeden standartlarını korumaya çalışan ve borçları giderek büyüyen Gerald… Her biri işsiz ve umutsuz dört “sıradan” erkek… Ve bu dört erkeğin hayatı Gary’nin aklına gelen bir fikirle bir anda yön değiştirir. İçinde bulundukları durumdan kurtulmak için yapabilecekleri tek şey kalmıştır; STRİPTİZ… Yaptıkları ön elemelerle iki kişiyi daha aralarına alırlar ve altı umutsuz erkekten oluşan ekip provalara başlar.  Şişman, zayıf, uzun, kısa, çelimsiz vücutlarıyla, yapacakları gösteri için günlerce çalışırlar. Artık bir amaçları vardır… Onları hayata bağlayan bir umut… bir ışık… Fakat diğer striptizcilerden farklı olmaları gerekmektedir; farklı olmak ise cesaret ister. Kaybedecek birşeyin kalmadığında cesur olmak daha kolaydır. Kaybetmişliğin ve umutsuzluğun cesaretidir onlardaki ve bunun için şovun sonunda üstlerindeki son parçayı da çıkartarak çırılçıplak kalmaya karar verirler. Farklılıkları çırılçıplaklıkları olacaktır. Bütün bu şova hazırlık sürecinde altı erkek sadece fiziksel olarak değil ruhsal olarak da soyunacak, kendi bedenleriyle, benlikleriyle, iç çatışmalarıyla yüzleşecektir.

1997 yapımı The Full Monty İngiliz komedisi olarak nitelendirilen ama benim için bir komediden öte umudun bittiği yerde her zaman bir ışığın olabileceğini ve yaşama içgüdüsünün ne menem bir gücü olduğunu gösteren çarpıcı bir film. Filmin sonunu tabii ki söylemeyeceğim. Yıllar önce İngiltere’de seyrettiğim bu film sıcak havalardan mıdır bilmiyorum düştü birden aklıma ve yine, yeniden ve yeniden seyrettim. Çırılçıplak kalacak kadar cesur olamasak da (umarım bu kadar umutsuz da olmayız) bikini, şort, mini etek, straplez elbise vb. kıyafetlerle çıplaklığa epey yaklaştığımız şu sıcak yaz günlerinde ben derim ki, bu filmi bulun ve seyredin. Seyretme önerilerim; kumsalda güneşlenirken ya da gölgelenirken (bilgisayarınızdan), yazlıkta akşam üzeri serinliğinde (akşam üzeri serinliğine de hasretiz bu aralar gerçi) ya da evde varsa klimanızı açarak yoksa soğuk su doldurduğunuz leğenin içine ayaklarınızı sokup, buz gibi içeceğinizi yudumlayarak… Bu arada filmin müziklerinden olan Hot Chocolate’ın You Sexy Thing parçası bir süre dilinize dolanabilir, bilginize… İyi seyirler… 

21 Haziran 2012 Perşembe

MUTLULUĞUNUN RESMİNİ ÇİZ



Birinin aslında berbat giden hayatı bir başkasının imrendiği bir hayat olabilir mi? Olur… Dışarıdan görünenle içeride yaşananın çelişkisidir bu. Hep sağlam, mutlu, huzurlu, sıkıntısız görünmeye çalışırız. Oysa ki içimizde kopan fırtınanın, derdin, tasanın haddi hesabı yoktur. Facebook’ta en güzel fotoğraflarımızı paylaşırız; sevgilimizle romantik bir yemekte gün batımını izlerken ya da tatilde güneşlenirken poz veririz tribünlere. “Mutluluk” pozu… Herşey mükemmeldir bizim için; imrenilesidir hayatımız. Öyle olmasını isteriz. Amerika’da yapılan bir araştırmada Facebook’un insanları mutsuz ettiği sonucu çıkmış. Neden? Çünkü Facebook’ta herkes "mutluluk" anlarını paylaşıyor. Eşin-dostun, arkadaşın hayatını gözetleyip sonra dönüp bir de kendimize bakıyoruz. Onlar tatil fotoğraflarını paylaşırken biz gece-gündüz çalışıyor ya da sevgilileriyle romantik yemekler yerken biz gidenin ardından ağlıyoruz belki… Neden ben diyoruz. Demiyor muyuz? Diyoruz. Başarı kriterimizi başkalarının hayatına göre belirliyoruz. Madem onlar mutlu ben de mutlu görüneyim bari deyip bir “mutluluk" pozu da biz verip koyuyoruz Facebook’a. Hayatımız berbat gitse de başkaları iyi bilsin; sonra o başkaları da bize imrensin, özensin istiyoruz. Bizim hayatımız nasıl olursa olsun yeter ki başkaları üzerinde bıraktığı algı süper olsun. Paylaştıkça paylaşıyor, kendi mutluluğumuzla başkalarını mutsuz edip; başkalarının mutluluğuna içten içe üzülüyoruz. Peki o zaman kim mutlu; kim mutsuz, bilen var mı? Ya da mutluluk nedir? İçinde mi yoksa bir başkasının hayatında mı saklı senin mutluluğun? Ey insan evladı! Bırak kim ne yerse, ne giyerse, nereye giderse gitsin. Mutlululuğunu da mutsuzluğunu da içinde yaşa. Yarışmak yorar insanı. Öz’üne dön ve önce kendini sevmeyi bil. Kendini seversen umrunda olmaz bir başkasının hayatı. Kendi mutluluğunun resmini kendin çiz; sonra da as duvarına seyreyle.

15 Nisan 2012 Pazar

CESARET İSTEYEN OYUN - BEAUTIFUL BURNOUT / SUPERNOVA



Küçücük dünyalarında görünür olmak isteyen, “ben de varım, sesimi duyun” diyen bir grup genç... Tek amaçları, içlerindeki öfkeli enerjiyi boksla dışa vurup, gökyüzünde parlayan birer yıldız olmak... Britanyalı oyun yazarı Bryony Lavery’nin 2010’da kaleme aldığı Beautiful Burnout / Supernova, Pınar Töre ve Tuğrul Tülek çevirisi ve Murat Daltaban yönetmenliğinde DOT Tiyatrosu’nun G-Mall’daki salonunda sahneleniyor.

Supernova, kenar mahallede yaşayan beş gencin boks üzerine kurdukları dünyalarında hayallerinin peşinden koşma çabalarını anlatır. Ünlü olmak, hesapsızca para harcayabilecek kadar zengin olmak ve bütün bunların özünde “görünür” olmaktır gençlerin tek istekleri... İçlerindeki patlamaya hazır enerjiyle boksa yönelirler. Gittikleri boks salonunda, kendilerini “Tanrı” ilan eden antrenörleri sayesinde günün birinde profesyonel olmayı umut ederler. Gençlerin boks tutkusu, mücadelesi ve hayata tutunma çabası, oyuncuların seyirciye birebir yaşattıkları boks dünyasıyla gözler önüne serilir.

Supernova’da yaklaşık 1,5 saat boyunca oyuncular kum torbalarını yumruklayarak, ip atlayarak ya da şınav çekerek terden sırılsıklam olmuş şekilde hem fiziksel performans sergiliyorlar hem de nefes nefese kalmadan, her bir sözcükleri anlaşılacak şekilde repliklerini söylüyorlar. Otuz günlük bir provanın değil; yaklaşık 1,5 yıl süren bir ön hazırlığın ürünü olan oyunda Murat Daltaban, dekorundan, tasarımına, dans koreografisine kadar bütünlüklü ve fiziksel performansın metni ezmediği bir reji anlayışıyla başarıyı kaçınılmaz kılmış. Daltaban, seyirciyi boks dünyasının çarpıcı gerçekliğiyle illüzyona sokarken; aynı zamanda bir nevi anlatıcı rolü üstlenen boksör annesi Carlotto (Berrak Kuş) ile seyircinin illüzyondan çıkarak dış göz olabilmesini sağlamış.

Supernova’nın genç boksörlerini oynayan Cemil Büyükdöğerli, Hakan Kurtaş, Pınar Töre, Tuğrul Tülek ve Emre Yetim performanslarıyla göz dolduruyorlar. Antrenörü canlandıran Ünal Silver ve anne rolündeki Berrak Kuş oyunun diğer başarılı isimleri.


Bu oyunu sahneye koymak ve oyunda rol almak cesaret ve yürek ister. Riski yüksek; fakat bu riski ortadan kaldırdığınız an başarı kaçınılmaz. Yönetmen Murat Daltaban ve Supernova oyuncuları sadece başarıları için değil; gösterdikleri cesaret için de büyük bir alkışı hakediyorlar.